Niyazi Sayın'ın Musikisi

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

Musıkî Arşivi'nin yapımcısı Bülent Aksoy, geçtiğimiz yıl 97 yaşında vefat eden Türk tasavvuf ve klasik müziğinin efsane neyzeni Niyazi Sayın’ı, onun zarif üslubunu ve müzik mirasını anlattığı bir makalede yad ediyor.

""

Musiki ruhun gıdası değil, ruh musikinin

gıdasıdır

– Niyazi Sayın


Niyazi Sayın’ı 8 Ekim 2025 gününün akşamında kaybettik. Böyle başladım, ama bu bir “Niyazi Sayın’ın Ardından” yazısı olmayacak bu. Bu metni çok uzun zaman önce zihnimde yazmış ama bir türlü kalemin ucuna kadar getirememiştim. Onun musikisini dinlerken içimde parlayan bir duygu olarak kalsın bu demiştim herhalde. Bu duyguya en uygun sözleri bulamayabileceğim kaygısını duymuştum. Ama bugün bu metni erteleyemeyeceğim bir kerteye geldiğimi gördüm.

Niyazi Sayın şöyle büyük neyzen, böyle büyük bir musikişinas diyerek anlatabileceğimiz bir sanatçı değildi. Başka birçok değerli musikişinası anlayabilmek için kullandığımız ölçütlere sığmıyordu. Kısaca söylersek, alışılmışın üstüne çıkan bir anlama uğraşı gerektiren, benzerine pek az rastlanabilecek bir sanat adamıydı.

Musiki Sanatına Bakışı

Her şeyden önce bu sanata bakışı farklıydı. Mülakatlarına, şurada burada dile getirdiklerine, kendisiyle sohbetlerimde söylediklerine, bir de elbette üflediği sazdan çıkan musikinin bende uyandırdığı duyguların, çağrışımların etkisiyle bir şey söyleyeceğim burada. Niyazi Sayın’ın zihnindeki musiki çok yüksek bir musikiydi. O musikinin seviyesine çıkabilmiş olan tek musikişinas vardı: Tanburi Cemil. Onun yanına oğlu Mesut Cemil’i de özenle iliştirirdi hep; şöyle demişti bir radyo söyleşimizde:  

Mesut Bey en az Tanburî Cemil kadar tetkik edilmesi icap eden bir insandır. (…) Tanburî Cemil'den üstün diyemeyeceğiniz gibi, Tanburî Cemil oğlundan üstün de diyemezsiniz. Üzerimdeki tesirlerinin derecesini ayırt edemem ben. Benim için ikisi de aynı derecede değerli.1

Aynı radyo söyleşimizde “taptığım bir insandı” da demişti Mesut Cemil için. Öğrencilerine verdiği derslerde, hemen hemen her sohbetinde hep bu iki musikişinası dinlemelerini salık vermesine, durmadan Tanburi Cemil-Mesut Cemil demesine onlardan başka değerli musikişinas yok mudur deyip sinirlenebilirdiniz. Ama o şunu da söyler: ben onların yanında bişey değilim! Sözü şuraya getirir: Tanburi Cemil de, Mesut Cemil de bambaşka insanlardır, onların dünyası, onların musikisi bugünkü musiki âleminin anlayabileceği bir şey değil! Saz arkadaşı İhsan Özgen onunla çok çarpıcı bir hâtırasını anlatır bir denemesinde:  

Beylerbeyi’ndeki Boğaz manzaralı teras katındaki evinde Niyazi (Sayın) ile  Cemil Bey’in plaklarından birini dinlerken gözyaşlarımızı tutamamış ve birbirimize bakıp şu soruyu sormuştuk: acaba Cemil sağ olsaydı ne yapardık? Tek bir cevabımız vardı: kölesi olurduk. O isterse kapısında oturur, o ne derse yapardık, hattâ isterse bizi ayaklarımızdan zincire bağlayabilirdi.2

Bu satırlara boş laf, “edebiyat” deyip geçemezsiniz. Tam aynısı değil, gerçekleşemeyecek bir ihtimale değil, tanıklığa dayanan gerçek bir hikâye biliyorum. Macar besteci Béla Bartók’un çok etkilendiği, eserlerinden beslendiği Debussy ile tanışmak istemesiyle ilintili bir hikâye bu. Bartók gençlik yıllarında Paris’e gittiğinde ünlü piyano öğretmeni Isidor Philipp aracılığıyla Fransız bestecilerle tanışmak istiyor. Saint-Saëns ile tanıştırayım diyor Philipp. Bartók mırın kırın ediyor. Eski musikiye bağlı öyle bir besteci onun için hiç de ilginç olmazdı. Bunun üzerine Charles Marie-Widor’u tavsiye ediyor. Genç besteci ona da yanaşmıyor. Hikâyenin gerisi şöyle: “Pekâlâ kiminle tanışmak istersiniz öyleyse?” diye sorunca, “Debussy” diyor. “Ama Debussy çok kaba bir insandır. Herkesten nefret eder. Size de herhalde kaba davranacaktır. Debussy’nin size hakaret etmesine razı olabilir misiniz?” diye soruyor Philipp. “Evet” diyor Bartók.3

Böyle bir çekim gücü, böyle bir tılsımı, esrarı vardır musiki sanatının. Başka hiçbir sanatta olmaz bu aşk. Böyle insanlar bir bakıma bir altın arayıcısına da benzer.

Niyazi Sayın’a döneyim. Hocaları saydığı Tanburi Cemil ile oğlu Mesut Cemil karşısında kendini hiç önemsememesine elbette hak veremezsiniz. Sadece onun kendi öznel dünyası içinde kabul edilebilir bir şey olabilir bu. Niyazi Sayın böyle konuşur ama, bana öyle gelir ki, zihnindeki musiki tasavvuru ile onlarınkinin de ötesine geçen bir arayışı vardı. Kendisi elbette söylemezdi bunu. Sorulsa da iyice tarif edemezdi. Bu arayışı şuna benzetebiliriz. Hani bazı romancılar vardır, kendi yarattıkları olağandışı karakterler için, “bu adamı ben de pek iyi anlayamamışımdır” yollu sözler söylerler ya, onun gibi bir şeye benzetebilirim. 

Niyazi Sayın zihnindeki o büyük musikiye bir türlü erişemediğini, erişememenin huzursuzluğunu işte böyle hissetmiştir. Yıllar geçtikçe, yaşlandıkça daha çok hissetmiştir. İşte bu yüzden beğenmez hiçbir icrasını. Onun bir şaheser olan, her dinleyişimde mest olduğum bir ney solosu vardır; otuz dakika kadar süren, kendisinin “pençgâh solo” dediği, başlıbaşına bir beste olan ney solosu.4 Bir gün “Pençgâh soloyu da mı beğenmiyorsunuz?” diye üstüne gittiğimde, “O da bir şey değil!” demişti. Artık çok açık:  böyle konuşması asla boş, yapay bir tevazu gösterisine bağlanamaz. Öyle boş tevazulardan hoşlanmazdı zaten. Zihnindeki musikinin gerisinde kaldığını söylemek istiyordu o, sadece bu.              

Bizim çok iyi musikişinaslarımızın kimi besteleri ile taksimlerini dinlerken çoğu kez onların söylediklerinden daha fazlasını söylemek istediklerini hisseder, sezerim. Aslında kabına sığmayan acayip bir musikidir bu. Fakat bu duygum Niyazi Sayın’da bu seviyelerin o kadar üstüne çıkar ki, onun özlediği, erişmek için çırpındığı seviyeyi tarif etmek herhalde bizler için de olmayacak bir iştir.      

Niyazi Sayın’ın zihnindeki seviyeye biraz olsun yaklaşabilmemiz için, kendisinin anlattığı bir hâtırayı da aktaracağım burada. Bundan on bir yıl önce bir Mesut Cemil’i anma toplantısında anlatmıştı. Hikâyede bahsedilen yıl herhalde 1950’lerde. Mesut Cemil üç arkadaşını yemeğe davet etmiş: Reşat Ekrem Koçu, kemancı Orhan Borar, Niyazi Sayın.  Erenköy’de oturduğu köşkün bahçesinde akşam yemeği yiyorlar. Sohbetin ortasında Reşat Ekrem, “Mesutcuğum, Zeki Müren diye bir çocuk var ya, sesi çok güzel, klasik âsârı okur, çok da güzel okur,” diyor. Orhan Borar katılıyor ona, ama “bu gece bırakalım bu mevzuları, başka şeyler konuşalım” diyerek konuyu kapatmak istiyor. Reşat Ekrem o konuda ısrar ederek, “Öyle deme, bu çocuğun sesi çok güzel, klasikleri de okur,” deyince, Mesut Cemil elini masaya vurarak sert bir sesle şöyle konuşur: “Beyler beyler, bu masada, bırakın Zeki Müren’i, Münir Nurettin’in bile ismi geçmez!” İçkinin etkisiyle söylenmiş bir söz olarak geçiştirilemez bu. En azından, Niyazi Sayın için çok ciddi bir sözdür bu: Mesut Cemil kendi yüksek musiki seviyesini dile getirmiştir. Nitekim, o anma toplantısında Niyazi Sayın az sonra, “Mesut Cemil’in musikiden anladığı tamamen başka bir şeydi, ben onun eteğine sürtündüm” diyecek, onun [Mesut Cemil’in], babasının, Hafız Osman’ın bizim musiki camiasına “fazla” geldiğini ekleyecekti sözlerine.5

Musikisinin bende uyandırdığı duyguya geçiyorum. Edebiyat eleştirisinde “izlenimcilik” denen yönteme benzer bir yol tutacağım burada, yani söylediklerim öznel olacak. Ama onun musiki anlayışını dile getirirken söylediklerini de göz önünde tutacağım için büsbütün öznel olmayacak sanırım söyleyeceklerim. Söz konusu edebiyat eleştiri kuramında eleştirmen bir eseri önceden belirlenmiş birtakım kurallara göre ölçüp biçmeye kalkmaz, tersine: “Eleştirici [benim durumumda dinleyici, BA]  her şeyden önce güzelliğe karşı duyarlı olmalı, güzelin heyecanına varabilmelidir.”6

Musikinin öteki sanatlardan çok farklı olan bir yönü vardır. Musiki eserlerinin neyi anlattığı belli değildir. Bir toplumda yaşayan insanların duyarlıklarına hitap edebilir, onlara zevk verebilir, ama hiçbir zaman o bildik somut dünyayı yansıtmaz. Bir nesnesi yoktur musikinin, göndergesi de yoktur o yüzden. Kendini anlatır musiki. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın musiki sanatı hakkında yazdıklarını hatırlatacağım burada. Birçok yerde bunu vurgular, ama burada Osmanlı-Türk musikisinden bahsediyor: "Hiçbir sanat musıki kadar dolayısıyla konuşmaz. Musıkide her şey, hattâ maddesine varıncaya kadar kendi tekniğinden doğar. Bu yüzden daima, söylenilmesi imkânı olmayanı, alelâde ifadeye sığmayanı söyler."7 Bu son cümle Niyazi Sayın’a ne kadar da uyuyor! O da, ney gibi esrarlı bir sazla görünenin ötesine, aşkın (transcendental) bir dünyaya uzanarak, özellikle belli bir besteye bağlanma kaydından kurtulup kendi gönlünün efendisi olduğu doğaçlamalarında, Tanpınar’ın deyişiyle, bir “mâverâ şevki”8 yaratır. Tanpınar eski musikimizde, Nietzsche’den esinlenerek bir “diyonizyak cümbüş”9 neşvesi buluyordu. Bu cümbüş atmosferini Huzur adlı romanında, ferahfeza ayinin okunduğu bölümde büyüleyici bir dille tasvir eder. Yakup Kadri Karaosmanoğlu da aynı diyonizyak atmosferi Nur Baba adlı romanının “Nur Baba dergâhında misli görülmemiş bir Cem ayini” başlıklı bölümde yaratır. Flamenkocuların bu durumu tanımlarken kullandıkları benzer bir terimleri var: duende. Duende kalbin en derin yerlerinden gelen sesleri musiki diline çeviren, sevinç ile hazzı olduğu kadar acı ile korkuyu da açığa vurabilen, sanatçıyı bildik hayatın sınırlarının üstüne yükseltip onu ânın akışına teslim ettiren, dinleyiciyi de arkasından sürükleyen bir duygu patlamasını tanımlar. Bu yoğunluk şarkıcıyı, çalgıcıyı, dansçıyı icranın doruğuna çıkarır. Bir vecd hâlidir bu. Bizim dünyamıza uyarlarsak, tasavvufla da bağı kurulabilir. Eski çağların içrek (esoteric) ayinlerinde gizli kalan bir “sanat”ın ardına düşülmüştür sanki. Tabii, bizim anladığımız anlamda sanat denemez buna: ilahi bir şey dense yeridir. Çağımızda bu ülkenin musıki dünyasında bu sanatı bu mertebede bir uğraş olarak tasavvur eden Niyazi Sayın gibi bir kişi daha var mıdır acaba? Bu âlemin sırlarını musikiyle, neyi ile keşfetmeye çıkmış gibiydi o.

Ben Niyazi Sayın’da, onun en çarpıcı doğaçlamalarında o vecd halini hep hissetmişimdir. Şunu da söylemekten kendimi alamıyorum: pençgâh solo dediği doğaçlamayı çalarken stüdyoda kendisi de vecd halinde olmalıydı diye kurmuşumdur zihnimde. Musikiden en çok zevk alanlar büyük bestekârlar değil, büyük icracılardır. Çıkardıkları sesler tıpkı alkol gibi dosdoğru beyne gider, oradan bütün organizmalarını sarar.

Tekniği

Niyazi Sayın’ın neyinden çıkan ses, sadâ bambaşkadır. Bunu biraz kulağı olan herkes hissedebilir. 1983’te fasiküller halinde çıkmaya başlayan Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi’nde Niyazi Sayın maddesini ben yazacaktım. Bir kayıt cihazıyla Beylerbeyi Yalıboyu’ndaki evine gittim, biyografisini aldım (o yıllarda biyografisi hiçbir yerde yoktu, Yılmaz Öztuna’nın musiki ansiklopedisinde bile). Onun neyinden çıkan benzersiz seslerin sırrını merak ediyordum. Uzun uzadıya anlatmıştı. Şöyle başlamıştı söze: “Ben size anlatayım. Niyazi iyi ney üfler filan derler, ama bu iş neyi iyi üflemekle alakalı bir şey değil. Benim tekniğim farklıdır.” Sonra o tekniği ayrıntılarıyla anlatmıştı. Söz konusu ansiklopedide imzasız olarak yayımlanan maddede onun tekniği üstüne yazdığım satırları tekrar edeyim…

Niyazi Sayın neyde her şeyden önce tek tek perdelerin değerini en uygun biçimde verme kaygısını güder. [Sözün burasında büyük viyolonselist Pablo Casals’ın da bu nokta üzerinde durduğunu, “bana bir yay çekin, bir tek ses verin…” dediğini de anlatmıştı.] Onun ney öğretmeni Halil Dikmen Galata Mevlevihanesi’nin son neyzenbaşısı Emin Dede’nin (Yazıcı), o da Aziz Dede, Hüseyin Fahrettin Dede, Hakkı Dede gibi ünlü neyzenlerin öğrencileri oldukları için Sayın’ın ney tavrı belirli bir geleneğe dayanır. Fakat o, gelenekten aldığıyla yetinmemiş, ney üstünde yeni pozisyonlar geliştirmiştir. Halil Dikmen’in uyguladığı dudak titretme (dudak vibratosu) hareketini, baş ve gövde duruşu ile parmak açılışlarını yeniden düzenleyerek ayrı bir teknik getirmiştir. Parmakların bu biçimde kullanılması, hem perdelerin göçürme  (transpozisyon) durumlarında daha çok sayıda perdeye göçürülmesini sağlamış, hem de saza kıvraklık getirmiştir...10

Bir ansiklopedi maddesi olduğu için teknik yönden daha ayrıntılı bir açıklamaya lüzum görmemişti herhalde. Kırk yıl kadar sonra, 2024’te Youtube’da Oriental Anatolian Relax Music” adlı sitede  “Vintage Recording: Niyazi Sayın’s interview and ney taksim performance, Part 2” başlığı altında yayımlanan bir mülakatında tekniğini daha somut ayrıntılarla, örneklerle de anlatmıştı. Onun teknik yeniliklerini öğrenmek isteyenler bu mülakatın 11:41-14:44. dakikaları arasında söylediklerini dinlemeliler. Ama bu da yetmez. En doğrusu şu olur: konservatuvarlarda Niyazi Sayın’ın ney tekniği üstünde iyi bir tez yazılmalıdır.   

Burada bir kez daha görüyoruz ki, sanatta yeni bir söz söyleyebilmek her şeyden önce bir teknik işidir. Birçok kimse, sanat eserlerindeki güzelliklere “güzel işte…”  deyip geçer, o güzeli güzel kılan şeyin üstünde durmaz. Niyazi Sayın’ın burada söylediği “tek bir sesin değerini vermek” de can alıcı bir konudur. Sazı eline alıp tek bir sesi titretmekle sınırlı bir şey değildir bu. Bir beste içinde belirli bir makam ya da tonalite işlenirken dokunulan perdelerin o anlardaki hakkını da vermek demektir. En önemlisi şudur: neyde geliştirdiği teknikler sırf tekniği zorlamak için icat ettiği şeyler değil; içindeki, zihnindeki musikiyi “kuvveden fiile”  çıkarabilmek için geliştirdiği ince işlerdendi.   

Hezarfen Dediler Ona

Niyazi Sayın’ın sadece bir neyzen olmadığını onu biraz tanıyan herkes bilir. Ressamdı, tabloları vardır, geleneksel sanatlarımızdan ebrunun da ressamıydı; ney imal ederdi; fotoğrafçıydı…Tesbih dizmek, sedef kakmacılık, ağaç işleri, marangozluk, tornacılık, çiçekçilik, kuşçuluk da onun merakları arasındaydı. Evine bir kez uğrayan herkes o evin bir müze olduğunu hemen görürdü: bir yığın halindeki sanat eserleri, hatlar, levhalar, yazma kitaplar, eski plaklar, eski radyo programlarının kayıtlı olduğu sıra sıra makara bantlar... Sonra, Tanburi Cemil’in evi yıkılırken onun evinin enkaz altında kalan ahşap penceresinin pervazı. Yemek pişirmesini bilir, iyi pişirdiğine inandığı yemekleri misafirlerine ikram ederdi. Mutfağında küçük ağırlıkları ölçmek için kullandığı bir mutfak terazisi ile on gram, yirmi gram gibi ağırlıklar dikkatimi çekmişti; demek ki çok “ölçülü” bir aşçıydı. Ev mamulatı içkiler de hazırlardı: vişne likörü, eski İstanbul’a özgü “tükenmez şerbeti” gibi. Saymakla bitmez uğraşları.  

Şunu belirtmek lazım burada: Niyazi Sayın’ın musikişinastan beklentisi çok yüksekti. Musikişinasın geniş bir kültürü olmasını bekliyor: yalnız musiki, edebiyat, şiir değil, her türden ince iş sanata kazanç sağlar inancındaydı. Beklediği şey çok-yönlülüktü. Günde dört beş saat ney üflemekle, sabahtan akşama değin tanbura, uda, kanuna mızrap vurmakla sanatçı olunmaz demek isterdi. Niyazi Sayın’ın musikisindeki derinliğin sırrı da bu çok-yönlü uğraşlarının kazandırdıkları olsa gerek.

Bazı sanatçılarla sanat kuramcıları vardır, medeniyetin çok gelişmesi, sanat zevkinin bütün dünyaya yayılmasıyla sanatın belki de bir gün ortadan kalkabileceğini ileri sürerler. Bunu söyleyenler sanatın bugün gerçekliğin yoksun olduğu bir bütünlüğün tamamlayıcısı olduğuna inanırlar. Böyle bir dünyada gündelik hayatta kullanılan en basit nesneler bile “güzellik”ten payını alacak, her biri bir sanat eserinin vereceği tada kavuşacaktır.

Fakat buna inanabilmek için ilkin hayatın kendisini bir sanat eseri olarak görmek gerekir. On yedinci yüzyıl divan şairlerinden Nâilî’nin şu enfes beyti, bu şaire inanacak olursak, onun bu murada erdiğini gösterir: “Mestâne nukûş-ı suver-i âleme baktık / Her birini bir özge temâşâ ile geçtik.” "Nukûş"un nakışlar, resimler demek; "suver"in de sûretler demek. Bu dünyanın her sûretine, her görünümüne, her birinin kendine özgü nakışlarına, güzelliklerine kendimizden geçercesine, hayranlıkla, sarhoş olarak baktık / Her birini apayrı bir temâşâ ile, apayrı bir gözle seyrede seyrede geçtik diyor şair... Pek güzel, benzerine az rastlanabilecek kadar güzel.  Ama hayata bu beyitteki gibi bakabilmek, her an böyle bakabilmek zor zanaattır. İnsanlık ne kadar ilerlerse ilerlesin, sanatın bir gün ortadan kalkabileceği inancı bir ütopya olsa gerek. Fakat Niyazi Sayın bu yanılsamayı kendi hayatına sindirebilmişti. Bireylerin gündelik hayatın paldır küldür akışı içinde maddi şartların baskısı altında hayata bakışlarını taze tutabilmeleri, hayatın sunduklarını bir bir keşfetmeleri, kendilerini her gün yeniden üretebilmeleri gerekir. Niyazi Sayın varlıklı bir insan olmadığı, maddi yönden öyle çok rahat bir hayat yaşamadığı halde, hayatın sunduklarını keşfetme duygusunu hiç yitirmedi, içi ihtiyarlamadı, hep taze kaldı. Ona hezarfen demek doğru elbet, ama ben ona estet demeyi tercih ederim. Niyazi Sayın el attığı her şeye “güzel” bir biçim verdi, ideal bir sanatçı gibi yaşadı. Hayatı çok zengin bir yerinden yakaladı.  


1 Açık Radyo'da arkadaşım Ersu Pekin’le hazırladığımız, kırktan fazla radyocunun katıldığı, Radyo Anıları adlı dizi söyleşilerimizden. Görüşme tarihleri 2, 30 Eylül 2000. Aynı yıl içinde radyoda yayıma girmişti. Bu söyleşileri bir kitapta topladım, yakın bir gelecekte yayımlanacağını umuyorum. 

2 “Tanburi Cemil Sevdalıları”, Sanatı Yaşamak’ta, YKY, 2009, s. 92. 

3 İlhan K. Mimaroğlu, On Bir Çağdaş Besteci, Forum Yayınları, Ankara, 1961, 58. 

4 1971’de İzmir radyosu stüdyosunda özel olarak doldurulan bu ney solosunun programı şöyledir: Pençgâh taksim - pençgâh peşrev: Dede Salih Efendi - taksim / solo - Sultan III. Selim’in pesendide saz semaisi – taksim - acemaşiran peşrev: Dede Salih Efendi - solo. Bu icrada yer alan saz eserlerinin tamamı çalınmaz, sadece belirli temalar alınıp serbestçe işlenmiştir. Bu ney şaheseri yıllar önce bir şirketçe albüm olarak yayımlanmıştı, fakat ne yazık ki “eko” verilerek yayımlandığı için çıkan ses yapaydır. Üzerinde çok oynandığı için “dip sesler” de ortaya çıkmış. YouTube’da bulunan kayıt bu bozulmuş, gürültülü, kötü kayıttır.

5 Niyazi Sayın, Necdet Yaşar, Uğur Derman’ın konuşmacı olarak katıldığı, İncilâ Bertuğ’un yönettiği Mesut Cemil’i anma toplantısının bendeki bant kaydı, Istanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı, 13 Şubat 2014).             

6 Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, 25. baskı, İstanbul, 2014, s. 264.  

7 Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul’un Mevsimleri ve San’atlarımız”,  Yaşadığım Gibi, İş Bankası Kültür Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 1970, s. 124.

8 Tanpınar, Huzur, Tercüman 1001 Temel Eser İstanbul, 1972, s. 241.

9 Tanpınar, age, s. 188. 

10 Bkz. “Niyazi Sayın”, Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, Anadolu Yayıncılık, Cilt  9, s. 4909.


* Bu yazı ilk olarak 20 Ekim 2025 tarihinde Birikim Dergisi'nde yayımlanmıştır.